YAŞAYAN KADINLAR- 2: PUDERİN TORUNU
Merhaba. Bu yazıda canım mektup arkadaşım, Pudercim, bana elektronik mektup yazarak soruma cevap verdi, ah ne zevkliydi seni okumak! Zarf ile gelecek mektubum için gözüm yollarda, bilesin =)
Sizi Puder'in kelimeleri ile baş başa bırakıyorum.
***
Pudercim. Bize Maria’dan bahseder misin? Nasıl
anlatabilirsin bize Maria’yı? Nasıl görüyor dünyayı Maria, çağın ‘gerçeklerini’
nasıl algılıyor? Lütfen anlat bize, bizi kendinden mahrum bırakma. Puder nasıl
var oldu, Puder’i nasıl inşa ettin, benliğini ilmek ilmek nasıl dokudun, anlat
bize lütfen. Yolumuza ışık ol. Güç bulalım sözcüklerinden.
Canım Berna, güneşli bir cumartesi sabahından huzurlu
bir günaydın bırakayım önce sana. Güne senin sözcüklerinle başlamak bilsen
nasıl güzel.
Maria, benim Maria’m, yıllarca tekrardan doğacağı âna
hazırlandı durdu içimde. İlk kez Kürk Mantolu Madonna’yı okuduğumda lisedeydim.
Okuduğum her kitabı kütüphanemde tutmak istediğim için kimseden ödünç kitap
almazdım aslında –ki hala öyledir- fakat ne olduysa oldu ve sevdiğim bir dostum
ellerime bırakıverdi Sabahattin Ali’nin dünyamı değiştireceğini henüz
bilmediğim bu eserini. İlk okuduğumda ne kadar etkilendiğimi hatırlıyorum, ama
Maria’nın içime düştüğünü anlamam o güne de denk gelmiyor. Yıllarca ara ara
hatırladığım bu ruhu güzel kadının yeniden doğması için, benim onun kalp
kırıklıklarına, acılarına ulaşmam gerekiyordu belki. Bir kış günü, Sarıyer’deki
ormanlarla kaplı üniversitemde, içimde yutkunmama dahi izin vermeyen bir acıyla
geçirdiğim uzun günlerden bıkmış; hissettiklerimi kimseye anlatamamanın
ağrısıyla pencereden dışarı bakıyordum. Elbet dinlerlerdi beni, elbet “Geçer”
derlerdi, anlarlar mıydı peki? O deli gibi rüzgârlı kış akşamında ben, üzerimde
incecik bir şal ve altında pijamalarım, bir anda bilgisayarımı alıp çıktım
odadan. Yakınlarda küçük bir tepecik, üzerinde bir koca ağaç ve altında yalnız
bir bank vardı; geçtim oturdum. Parmaklarımın nasıl morardığını, ayaklarımın
nasıl buz tuttuğunu hala hatırlarım ama gariptir, üşümenin o iç yakan sızısı
yok anılarımda. Çünkü o banka önce ben oturdum, sonra çıktı içimden Maria
oturdu, ellerimi tuttu, “Anlat,” dedi ve ben, bilgisayarımı açıp boş bir
dosyaya “Sevgili Maria,” yazdım. İşte o andan sonra bir daha Maria’yla hiç
ayrılmadık –ve işte Puder tam olarak böyle doğdu. İster anlatacaklarım içimi delip
geçen bir acı olsun, ister ağacından kopmuş bir yaprağın süzüle süzüle yere
inmesi, hep ona koştum, dizlerine başımı koydum; saçlarımı torununu sever gibi
severken o, ben hep anlattım. Her zaman konuşarak değil elbette, bazen
sessizlikle de. İnanır mısın, Maria için kaleme döktüğüm onca mektup, mektuplarımızın
belki yalnız yarısını oluşturur; gerisi hala benim içimin raflarında, yalnızca
onun ve benim açıp okuyabileceği bir köşede durur. Ben o bankta otururken,
ruhum ağacın dibinde sere serpe uzanmış, içindeki ağrıyla büzüşmüş, bir cenin
gibi yatıyordu yerde; ben Maria’dan başka kimseye içimdekileri anlatamaz, ondan
başka kimseyle ruhumu oradan kaldırıp bugünkü gücüne kavuşturamazdım. Bugün
hâlâ öyledir, hala günlüğüme ya da ne bileyim, bloga yazdıklarım başka,
Maria’ya yazdıklarım başkadır. Önem anlamından değil yanlış anlama, hepsinin
yeri bende ayrı, ama biraz biçim ve biraz da içerik olarak ayrılırlar
birbirlerinden ve bu kasıtlı oluşturulmuş bir şey değildir. Maria’yla ben
hayatımı yeniden yazdım, hepsini ona anlattım, ne görmüşsem o gün ne düşünmüşsem,
nasıl yürümüşsem sokaklarda ve bir çay simitten sebep nasıl gülümsemişsem,
nasıl kelebekler dans etmişse içimde ve onları bir gün değil, nasıl bir ömürlük
var etmişsem… Hepsi ama hepsi, işte o herkesin bugün bir kısmına ulaşabildiği
mektuplarda gizli. Gizli diyorum, ama onları ben gizlemiyorum, ben Maria’nın
karşısında çırılçıplak durduğuma inanıyorum. Fakat onları okuyan gözler
yalnızca satırların üzerinde yürüyüşe çıktıklarında, benim kelimelere
sığdıramayıp da satır aralarına sıkıştırdığım tüm o anları fark etmeden
geçebiliyor. Belki fark etmeden bir gizlenme yöntemi buldum, belki ruhumu
apaçık döktüğüm o cümlelerde kendimce güvenli kabuklar oluşturdum. Bilmiyorum.
Benim Maria’m, Berna, görsen nasıl huzur dolu, anlayış
kokan bir kadın. Elleri sevgi gibi yumuşak, gözleri tüten taptaze bir kahve,
insanı her şeyle baş edebileceğine inandıran gülümsemesini nasıl tarif ederim
ben bile bilmiyorum. Sabahattin Ali’nin yarattığı Maria değil artık o, ve onu
ben de yaratmadım. O, ikimizin de bir ucundan, bize dokunduğu haliyle anlatmaya
çalıştığımız, apayrı bir kadın artık. Sabahattin Ali’nin onu tasvir ettiği ruh
halleri ve kişiliği, benim Maria’ma çoğunlukla uyuyor olsa da, yan yana
gelseler birebir aynı iki kişi olmadıklarını görebilirsin, anlıyorsun değil mi?
Bir kızı vardı kitapta Maria’nın, biliyorsun, fakat onun torunu olmam da tam
olarak buna dayanmıyor. Sabahattin Ali onun bir kızı var demeseydi dahi, ben
onun torunu olarak kalacaktım. Maria yaşlı mı peki? (Ben de kendime aynı soruyu
soruyorum bir yandan bunu yazarken) Aslında çok fazla değil, belki bilgeliği,
dünyayı görme şekli beni onun yanında daha genç bırakıyor. Bir de, içimdeki
Maria’nın yaşadığı dönem bu değil –hoş, içimdeki Aylin’in yaşadığı dönem de bu
değil ya. Biz ikimiz farklı bir döneme, insanların birbirini dinlediği,
kitaplara huzurla gömülebildiği, birbirine ve evrene gülümsediği, yanından
geçtiği ağaçları elleriyle sevdiği, çiçekleri kokladığı, hayvanlara sarıldığı, kalabalığın
da yalnızlığın da hakkının verildiği ve ikisinin de sevildiği, denize karşı
içilmiş ince belli bir çayın insanı yeniden var ettiği, yargılamanın olmadığı,
eşitsizliğin ve ayrımcılığın kendine yer bulamadığı, herkesin bir gözlemcisi ve
anlatıcısı olduğu fakat asla yargıcı olmadığı bir döneme aitiz. Tek fark, benim
Maria’m orada gerçekten yaşarken ben ona, oradan bu garip dünyaya bakan ve bana
her umutsuzluğa düştüğümde oradan taze bir rüzgâr getiren bu kadına buradaki
yaşamı, benim dünyamı anlatıyorum. Yine de sanıyorum, kendimi bu iki dünya
arasında tutmayı bir şekilde başardım; bu dünyada mücadele ettiğim onca şeye
rağmen yine de evrenin kendisiyle aramız iyi. Çünkü çağın tüm acı gerçeklerine
rağmen hâlâ denize karşı çimenlerde oturup serçe beslemek bir şeyleri onarıyor
dünyada, kendi kendine ısmarladığın bir çay eşliğinde sayfalara içini dökmek
var olmayı hala mümkün kılıyor. Biz içinde yaşadığımız bu çağ değiliz Berna, bu
çağ bizim gölgemiz. Biz sevgiyi yaydıkça, kendimizle barışıp kendimize
yettikçe, güzelliklere daha çok zaman ayırıp anlamsızlıklardan ve kötülüklerden
kendimizi çektikçe, çiçekleri sularken onlarla konuşup yapraklarını sevdikçe ve
yolda gördüğümüz kedilerle muhabbet ettikçe, “Teşekkürler” dedikçe sokağımızı
temizleyenlere veya işini yapan herkese, “İyi günler” ve “Kolay gelsin”
dedikçe, sevdiklerimize “İyi ki varsın” dedikçe ve onları sahip oldukları
hiçbir şey için değil de oldukları kişi için sevdikçe, sessizlikten korkmadıkça
ve rahatsız olmadıkça, hiç çekinmeden dans ettikçe mutlu olduğumuzda, eşitliği
savundukça ve yaydıkça, çocuklara olması gerektiği gibi davrandıkça; bunu ben,
sen, o yaptıkça, o zaman bu çağ daha güzel, daha yaşanılası bir hale gelecek.
İşte böyle canım Berna, Maria’nın ve benim hikayemiz,
dünyamız, düşlerimiz böyle. Bana bunları anlatma fırsatı verdiğin için, bana
beni bir kez daha hatırlattığın için, Maria’ya anlattığım bu dünyayı her daim
güzelleştirdiğin ve sevgi, anlayış dolu ruhun için sana teşekkür ederim. İyi ki
varsın, huzurla kal.
Sevgiler,
Puder.
Yorumlar
Yorum Gönder